Pakistan’ın bağımsızlığının 77. yıldönümü! Büyükelçilikten özel makale
14 Ağustos 1947’de Pakistan bağımsızlığını kazandı. Pakistan bugün, tüm coşkuyla, bağımsızlığının 77. Yıldönümünü kutluyor. Konuyla ilgili Pakistan Büyükelçiliği bir makale yayınladı. “Kan ve gözyaşı” başlıklı makalede dünden bugüne Pakistan’ın tarihsel süreci anlatıldı.
Kan ve Gözyaşları: Pakistan’ın Oluşumu
“Zaman kayıtlarına Pakistan’ın yaratılışı yalnızca tarihi bir olay olarak değil, aynı zamanda insan ruhunun dayanıklılık, fedakarlık ve yılmaz umut kapasitesinin derin bir kanıtı olarak kazınmıştır. Bu bir zamanlar emeğin teriyle lekelenmiş toprağın, şehitlerin kanıyla vaftiz edildiği, ezilenlerin çığlıklarının bir özgürlük korosuna dönüştüğü bir hikayedir. Pakistan’ın doğuşu, yeni sınırların basit bir şekilde belirlenmesi değil, bir kutsal alanın ortaya çıkmasıydı. Halkının iliğinden oyulmuş bir cennetti.
Pakistan’ın bağımsızlığından bahsetmek, acılarla parçalanmış ancak fedakarlığın altın iplikleriyle birbirine dikilmiş bir ulusun ruhunun imgesini çağrıştırmaktır. Bu mücadelenin tohumları, baskının gölgesinden kurtulmuş bir vatan hayal eden milyonların umutları ve dualarıyla beslenerek toprağın derinliklerine ekildi. Ancak bu tohumlar, sadece kan ve gözyaşıyla ödenebilecek bir bedel talep ediyordu; alt kıtanın insanlarının tam anlamıyla ödemeye razı olduğu bir bedel.
Sömürgeciliğin hayaleti büyüdükçe, baskıcı gölgesiyle gökyüzünü kararttıkça, Müslüman toplumunun kararlılığı güçlenmeye başladı. Özgürce nefes alabilecekleri, inançlarının, kültürlerinin ve kimliklerinin özgürlük güneşi altında çiçek açabileceği bir yer özlemi çekiyorlardı. Pakistan rüyası seçkinlerin fildişi kulelerinde değil, sıradan insanların kalplerinde doğdu; köylüler, işçiler, çocuklarını özgürlük ninnileriyle uyutan kadınlar. Onlar bu rüyanın can damarıydı, doğumunun izlerini taşıyacak olanlar onlardı.
1940 Lahor Kararı, fırtına bulutlarını delen ilk ışıktı; uzun süredir karanlıkta dolaşanlar için bir işaret fişeğiydi. Bu bildiri, siyasi bir manevradan daha fazlasıydı; bedeli ne olursa olsun kaderlerini şekillendirmeye karar vermiş bir halkın kolektif kalp atışlarıydı. Ve bedeli ağırdı. Sarsılmaz bir kararlılıkla yönetilen bağımsızlık hareketi, yumuşak bir gelgit değil, her dalganın bir fedakarlık dalgası, her tepenin bir acı tacı olduğu çalkantılı bir denizdi.
Ardından gelen mücadele, bir pota gibiydi; kararlılığın metalinin test edildiği ve yumuşatıldığı ateşli bir çile. Gözlerinde Pakistan hayalleri parıldayan alt kıtanın insanları, sömürgeci gücün tüm yüküyle karşı karşıya kaldılar. Dövüldüler, hapse atıldılar ve birçok durumda öldürüldüler. Yine de, bir ağacın dirençli kökleri gibi, ne kadar çok çiğnenirlerse, kararlılıkları o kadar derinleşti. Lahor, Delhi ve Karaçi sokakları, özgürlük ruhunun direniş alevleri arasında dans ettiği meydan okuma arenaları haline geldi.
Ve sonra Bölünme geldi; Hint alt kıtasının manzarasını sonsuza dek değiştirecek olan yıkıcı bir olay. 14 Ağustos 1947’nin şafağı, beraberinde sadece yeni bir ulus değil, aynı zamanda toprakta kanayan bir yara da getirdi. Çizilen sınırlar, bir haritadaki basit çizgiler değildi; bir ulusun vücudunda aceleyle ve neden olacakları acıya pek aldırmadan açılan yarıklardı. Milyonlarca insan yerinden edilirken, atalarının yaşadığı ve öldüğü evlerini geride bırakmak zorunda kalırken, dünya bu bölünmenin ağırlığı altında titredi.
Bunu izleyen göç, tarihin en büyük ve en trajik göçlerinden biriydi – yeni çizilen sınırların üzerinden geçen ve umutları dışında her şeyi geride bırakan yaklaşık 14 milyonluk bir insan dalgası. Pencap nehirleri, hedeflerine asla ulaşamayanların kanıyla kırmızıya boyandı. Tahminler, Bölünme’nin ardından patlak veren şiddetin 1 ila 2 milyon insanı yuttuğunu gösteriyor. Yeni ulusa doğru ilerleyen trenler, genellikle umutlu mültecilerle değil, nefret ve intikam fırtınasına yakalanmış olanların soğuk, cansız bedenleriyle geldi.
Bu yeni ulusun kadınları, hayatın taşıyıcıları, aynı zamanda hayal edilemez acıların da taşıyıcılarıydı. Bölünmeyi izleyen kaos ortamında binlerce kişi kaçırıldı, tecavüze uğradı ve öldürüldü. Bu, özlemini çektikleri özgürlük için ödedikleri bedeldi. Yine de, böylesi bir dehşet karşısında bile, ruhları kırılmadı. Dayanıklılıkları, şiddete dayanma ve üstesinden gelme yetenekleri, Pakistan’ın üzerine inşa edildiği temel taşı oldu. Özgürlük mücadelesinde kardeşinin yanında duran Fatima Jinnah gibi bu kadınlar, Pakistan’ın bağımsızlığının bilinmeyen kahramanlarıdır – ulusun toprağının yalnızca şehitlerinin kanıyla değil, kadınlarının gücüyle de bereketli olduğunu hatırlatır.
14 Ağustos 1947’de güneş battığında ve Pakistan bayrağı göndere çekildiğinde, bu derin bir zafer anıydı – ancak sayısız fedakarlığın ağırlığını taşıyan bir zaferdi. Pakistan yalnızca yeni bir ülke değildi; halkının kanı ve gözyaşlarıyla sulanmış bir rüyanın gerçekleşmesiydi. Bölünmenin potasından çıkan ulus, fedakarlık temelleri üzerine kurulmuştu; bir fedakarlık o kadar derin, o kadar geniş ki Pakistan kimliğinin can damarı haline geldi.
Bugün, tarihin rüzgarları esmeye devam ederken, değer verdiğimiz özgürlüğün bize boş yere verilmediğini, Pakistan adlı bir rüyaya inananların hayatlarıyla kazanıldığını hatırlamalıyız. Bu dünyanın damarları, baskıdan uzak bir ülkede yaşayabilmemiz için savaşan, acı çeken ve ölenlerin kanıyla hala zengindir. Onların fedakarlıkları bizi geçmişimize bağlayan köklerdir ve bu kadar cesaret ve kararlılıkla kazandıkları özgürlüğü korumak bizim görevimizdir.
Pakistan’ın bağımsızlık hikayesinde, asla unutulmaması gereken bir fedakarlık hikayesi buluyoruz. Bize özgürlüğün bir hediye değil, zor kazanılmış bir zafer olduğunu hatırlatıyor. Bizi, birçok kişinin hayatını verdiği ilkelere sıkı sıkıya sarılmaya ve Pakistan hayalinin bu toprakları yuva olarak adlandıran herkes için bir umut, adalet ve özgürlük feneri olarak kalmasını sağlamaya çağırıyor.”
Yazarı: Babar Ali Raza